Neden Ciddi Degildim?


Bundan 8.5 sene evvel, 22 şubat 2002de (ki 22 şubat 2002 kurban bayramının 2. gününe denk gelmekteydi) sabah annemin çığlıklarıyla uyandığımda kendimi hiç hazırlamadığım bir şekilde ölümün tam ortasında bulmuştum.

(burada bir flash back yapıp bir gün öncesine gidiyorum) Boğayı yatırıp kesme aşamasında, yatmakta huzursuzlanan hayvanla girişilen mücadele sonrasında boğa babamın üstüne yıkılmıştı. Babamın bacakları kırılacaktı nerdeyse, şans eseri bir hasar olmamıştı ama sanırım o gün babamdan duyduğum en yüksek desibelli acı dolu ses gelmişti, "bacağım" diye...

Babamın bir bacağı kırıktı, kırılmıştı, hatta kangrene çok yaklaşmıştı ama zor da olsa iyileşmişti. Bu yüzden kırığın ne menem acı dolu zorlu bir süreç olduğunu biliyordu. Kaldı ki zaten iltihap üretmek için yaratılmış bir beden söz konusuyken, bacakta oluşacak bir kırık birçok kişi için belki belli bir süre dinlenmek gerektiriyorsa da babam için anlamı çok daha zorlu ve uzun bir süreç demekti.

Haklı olarak o can acısıyla yaşadığı stres bedenini çok yormuştu. Bizim bildiğimiz, bundan önce ufak tefek birkaç kez fenalaşmıştı. 6 ay kadar midemde gaz var deyip sodalara sarılmıştı. Geçirdiği trafik kazasından kalan izler diye sırt ağrısını önemsememişti. Sonradan anlattıklarına göre dükkanında da 2 3 kere yere yığılıp kalmıştı. ama inatçıydı. lLanet olsun ki babamdan aldığım o inat bende de var. Hastaneye götürmeye ikna edememiştik.

İntihar etmeyi gururuna yediremeyen insan tablosunun aradığı kaçınılmaz fırsat, ölüme bu kadar yakın olmak durumu ayağına kadar gelmişti. Annesine, kardeşlerine tapan bir insan için onlarla küs olmak yeterince ölüm sebebi değilse, bu hayatta, başka nedir bilemem. Babam yaşamaya pek hevesli değildi. Deli gibi ölmeyi isteyip, kendi isteğiyle gitmeye niyetlenmeyecek kadar da gururluydu, belki de korkak. Ama zaten kim yargılayabilir ki onu ölümden korkuyorsa diye de...

Adım adım geliyorum diyen kalp krizi, onu, yorgun olduğu bir bayramın 2. günü gelip bulmuştu. Yataktan kalktığında soğuk terler dökmüştü. Son sözleri "hanım ecel teri böyle olsa gerek" oldu. Yüzünü yıkadı, tuvaletten çıktığında ağrısı bırakmamıştı onu. Salonda yığılıp kaldı.

Annemin çığlığıyla uyandığımda kendimi hiç hazırlamadığım bir şekilde ölümün tam ortasında bulmuştum. Uyanmıştım, ama zaman o kadar yavaş akıyordu ki, acaba gerçekte yaşıyor muydum o anı yaşamıyor muydum bilemiyordum. Koşarak salona vardığımızda, bir adet titreyen, ağzından köpükler çıkaran baba tablosu, bir adet çaresizlik içine bağıran anne figürü ve bir adet donakalmış abla figürüyle, azrail karşısında el pençe divan durmuş, acaba bayramlaşsak mı şaşkınlığında donmuş karenin, durmuş saniyelerin içinde hapsolmuştuk. Zaman artık akmıyordu, anlatılamaz bir boşluk içindeydik hepimiz o an için. Babam, annem, ablam... hepimiz o an ruhumuzu teslim ederken nelerin hissedildiğini biliyorduk... bedenden ayrılmanın nasıl bir his olabileceğini...

Babam 3 kere nefes alabildi, o üç nefeslik 1 saniye... sanırım ömrümün en uzun bir saniyesiydi. Film şeridi tabirinin anlamını ilk o bir saniyenin içinde anladım ben. Çaresizliğin ne demek olduğunu, 1 saniyenin ne kadar uzun olduğunu... Niçin yaşadığımızı düşündüm o an. Ya niçin ölüyorduk? O an yaşamaya dair herşey anlamını kaybetti, bir daha bulunamamacasına. O an ölümün ne demek olduğunu anladım işte.

3. nefesinde annemin, ablamın, benim ve tekrar annemin gözlerinin içine baktı babam son kez. Bir daha bakmadı. Nefesini verdi... Suratında bariz bir gülümsemeyle öldü. 10 dakika içinde acayip bir yakışıklılık geldi. Hayatımda gördüğüm en güzel ceset olmuştu babam, ve ben babamın değil bir ceset, hayatımda gördüğüm cesetler içinde kategorilendirilecek bir yeri olabileceğini bile düşünmezdim.

Sonrasında konu komşuya haber verildi, son bir umutla, babam ölmemişti, ölemezdi... 112 arandı. Ambulans ekibi 1 saat kalp masajı yaptı. Zaman öyle garip bir intikamcıydı ki, o bir saniyenin intikamını almak istercesine,o 1 saati, 1 saniye olarak geçti hayatımdan. Zaman kavramını yitirmiştim, güvenimi yitirmiştim, yaşama isteğimi yitirmiştim, umutlarımı yitirmiştim, bayramları yitirmiştim... babamı yitirmiştim...

Sonrası mı? Hala hayattayım, hala yaşama bir anlam yükleyemiyorum. Hayatı denize benzetiyorum. Denize dalınca da kendinizi bırakırsanız, boşluktaymış gibi hissedersiniz. Oysa sürekli yükseliyorsunuzdur yüzeye doğru. ZAMANla yükseliyorsunuzdur yüzeye doğru. Fakat hissedemezsiniz, o an sürekli o boşluk hissini yaşayacakmışsınız gibi gelir.

Sonrası mı? Hala hayattayım, güçlü olmak zorundayım. Bunun en kolay yolu olarak da esprili olmayı seçtim. Bazen saçmalıyorum, bazen cıvıtıyorum, bazen kaynatıyorum... ama ciddi olmuyorum. Ciddi oldukça kendime yaklaşıyorum, kendime yaklaştıkça ölümü görüyorum.Bir gün öleceğim biliyorum. Öyleyse daha fazla gülmeli daha fazla eğlenmeliyim diyorum, tıpkı babam gibi. Gülerek ölmeye çalışmalıyım belki de...

Sonrası mı? Hala hayattayım, ölümün ne olduğunu biliyorum. Geride sevdiklerini, sadece sevdiklerini bırakmak ölüm. Yaşamın bedeli. Sevinçlerin, mutlulukların, sevgilerin bedeli. Hüzünlerin, acıların ve ızdırapların da sonu. Ölümün ne olduğunu biliyorum, ölüm hayatın sonu. Hayatta geriye ne bıraktığımız ve ne götürebildiğimizi bize gösteren tek şey. İyi-kötü binlerce an, sevgi-öfke binlerce duygu ve bir avuç toprak... Tüm sahip olduğumuz ve geride bırakabildiğimiz bu. Ölümün bizi yaşayanlardan ayırdığı da bu... Artık daha fazla an bırakamayacak olmamız birilerinin hayatında.

Sonrası mı? Hala hayattayım, hala o bayram sabahı hevesi kursağında kalmış 13 yaşındaki toy delikanlıyım, o çocuğum. Korkak. Terkedilmekten korkan, ölmekten değil ama sevdiklerini kaybetmekten korkan, sevilmemekten korkan, öldüğünde geriye yeterince sevgi bırakamamaktan korkan...

Sonrası mı? Hala hayattayım, güçlüyüm. Bakmam, güç vermem gereken bir anne ve bir abla var. Ablanın çocukları da var artık. Güçlü bir evladım, güçlü bir kardeşim, güçlü bir dayıyım, güçlü bir arkadaşım...

Sonrası mı? Hala hayattayım ve artık insanlara güvenmiyorum. Canın sandıklarının, ölmeni bekleyebildiklerini biliyorum.

Sonrası mı? Hala hayattayım, belki korkak, belki güçlü, belki toy, çocuk... Ve babasızım.

art!

Bayram Gelmiş Neyime

Bugün bayram, erken kalkın çocuklar...

Nerede o eski bayramlar?

Bayram gelmiş, neyime?

Bayrama dair bir yazı yazmak istiyordum, ama ne yazsam bilememiştim. Formspring'ten çikocan'ın sorusuynan kafaya dank etti. Nerede o eski bayramlar?

çünkü eski bayramlar daha kalabalıktı, daha çok akraba vardı ziyaret edecek. yavaş yavaş modern insanın yalnızlığı tadında bir bayram geçiriyoruz, hayatlarımız çalışma üzerine kurulu olduğundan, çalışmadığımız günlerde çalıştığmız günlerin acısını çıkarmaya çalışıyoruz. sözde eğleniyoruz ama aslında daha çok sıkılıyoruz. bu yüzden hayat boş geliyor, eski bayramları daha çok özlüyoruz.

eski bayramlar denen hadise için kafamda oluşan bir tablo var, annemin teyzesinin evindeyiz, akşam vakti.hiç yoksa 18 sene evvelsi... ve yine hiç yoksa 30 35 kişi var. çilingir sofrası kurulmuş, erkekler içkilerini yudumluyor, kadınlar çaylar elinde. televizyon açık ama sadece çocuklar oyalansın diye. kimse bakmıyor bile televizyona. herkes muhabbet ediyor, gülüyor, eğleniyor... ortam sarımtırak bir görüntüye sahip zihnimde. (şu fotoğraf sarılığında, ama renkli de http://www.ibiblio.org/jimmy/folkden/php/images/Old_Joe_Clark.jpg)

şimdi mi? o tablodakilerin en az yarısı öldü, geri kalanların bazıları birbirleriyle konuşmuyorlar, o tabloda çocuk ve ergen olanların çoğu evlendi ve hiç biri birbirleriyle görüşmüyorlar... anca düğün ve cenazelerde sahte bir samimiyet...

eski bayramlar işte böyleydi, şimdikiler de böyle..

eski bayramları istiyorum bazen geri.. güzeldiler, gülerdik, eğlenirdik... belki o zaman da dertlerimiz vardı ama... gülmesini bilirdik.

pikçır!
 

Kopi-Rayt!

Kopirayt da denmekte gerçi kendisine ama kullanım ve kıllanım koşulları sanki daha bir türkçe, daha bir bizden, senden benden geldi kulağıma ya da parmağıma...Buralarda bir yazıyı beğendiysen eşle dostla paylaşmaktan çekinme. Yok eğer, o yazının tamamımın veya bir kısmının senin olduğunu düşünüyorsan, veya içindeki bir öğenin senin olduğuna inanıyorsan, arkadaşım de ne iş? Haberleş benimle... Hacı ne iş diye sor bana. Bir sor neden diye... Belki de istemeden yaptım?! Öyle işte, aklına takılanı sor bana. Yazının altına yorum yap veya mail at. Mutluluğun resmini bulursan bana da forwardla hatta. Sahi o forward mailleri de hiç sevmem be... Ama mutluluğun resmi bir başka be cankanım... Yolla bana, forwardla... Unutma ama hemi?

Firefox güzel gösteriyor...

Bu site en iyi firefoxta görüntülenir. Evet yandaki abla kadar iyi bir şekilde görüntülenmese de, sitenin genel olarak bazı ayarları, görüntü hedeleri falan filan firefox ile daha bir cillop olmakta. Renkliler daha renkli beyazlar daha beyaz gözükmekte. Firefox evinizin tilkisi... Kullanın kulandırtın. Bu vesileyle eğer siteyi ziyaret ediyorsa pek sevgili fox-kızı Alexandra Ansgar(ki kendisi resimdeki apla)’a ve Avşar kızı Hülya Avşar’a da sevgilerimi sunuyorum. Sahi neden Avşar kızı? Yani bi Sevtap Parman’a neden parman kızı denmiyor ki? Bak merak ettim şimdi.

Portakalı saydım...

O değil de benim portakalı soyup, başucuma koymam gerekiyordu, yanlış yaptım. neyse...

kişi taze düştü.